1 Ağustos 2013 Perşembe

İrlanda Gezi Yazısı: Vay başımıza gelenler; Yaşananlar ve bir daha yaşanamayacak olanlar…



 Baile atha CliathDublin.. İrlanda’nın başkenti.. Jonathan Swift’in, Oscar Wilde’in, William Butler Yeats’ın, G.Bernard Shaw’ın, Samuel Beckett’in ve tabii ki James Joyce’un doğduğu, ilham aldığı şehir..
            Liffey Nehri etrafına kurulmuş yemyeşil doğal bir park gibi niteleyebiliriz Dublin’i.
FreudTeorilerim bütün insanlar için geçerlidir.” demişti fakat daha sonra bir müddet duraklayıp,  “İrlandalılar hariç” diye eklemişti. Haklıydı bence de. İrlandalılar kesinlikle hariç.
            John Ardagh’ın bir sözü geldi aklıma: “Önce insani nitelikler gelir.” İrlanda’ya gitmeden duymuştum sıcakkanlı, dostane insanlar olduklarını fakat İrlanda sokaklarında edindiğim deneyimler beni çok mutlu etti. Otobüse binen herkes otobüs şoförüne “Günaydın” inen herkeste “İyi Günler” diliyordu. Biz “Çılgın Türkler” bu naifliği düşünebilecek kadar müsait(!) değiliz sanırım dostum..
Sıcakkanlı hoş sohbet insanlar dedik. Devam edelim. Londra ve Paris’ten sonra en fazla turist çeken şehir Dublin4.5milyon turist geliyor başkente her yıl, tıpkı benim gibi. Elimde bir harita şehri geziyordum. Elimde haritayı gören yanıma yaklaşıp “kayıp mı oldunuz? Bakın hemen şuradayız.” Deyiveriyor o ilk etapta anlaşılması zor irish aksanıyla. Yardımcı olmakla yetinmeyip hemen çevremizdeki birkaç yeri de tavsiye ediyor sarı kafalı uşaklar. Çilli çilli kızıl kafalar..

            Tipik Britanya ülkesi.. Sistem her yerde.. Düzen ve intizam.. Şehir estetiği, tarihi ve dokusu olabildiğince korunmuş. Yüksek yüksek gökdelenler yok sanıyorum ki asla da olmayacak. Sistem insanlara bir çerçeve çizmiş ve o çerçeve o kadar yeterli ki özgürlüğün tadını çıkarırken asla baskı hissetmiyorsun. Sistemi destekleyen etkenler tabii ki de var: Refah seviyesi denebilir. Lakin Avrupa’da bu dönemlerde yaşanan krizlerin ilki İrlanda’da patlak verip İspanya ve Yunanistan ile devam etmişken Dublin’de genel itibarıyla bir kriz gerginliği göze çarpmamakta eğitim seviyesi ve kültürel geri besleme diye tabir edebileceğim (bir çeşit kendine ve geçmişte yaşadıklarından aldığı güven) sinirleri pek germiyor şehirde.


                  1850’lerden itibaren şehrin dokusuna dokunmamak gibi ulusal bir karar alınmışa benziyor. gotik mimari (old city) birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi Dublin’de de korunmuş. Zamanında Vikingler yerleşmiş Dublin’e M.S. 800 yıllarına kadar küçük bir kasabaymış şimdi 1,5 Milyon nüfuslu Dubl inn (lanetli şehir) İngiliz devlet terörüne karşı direndiğini ve bu direnişi suni hatıralar ile değil şehrin tamamen kendisiyle hatırlamak adına şehir yapısını bozmamışta olabilirler. Teorim gayet mantıklı çünkü 1902’de İngiliz Kraliçe "Queen Victoria" ölünce tüm İngiltere’de yas ilan edildi ve evlerin kapıları siyaha boyandı. “Yaramaz Çocuk İrlanda” ki bu huyuyla, bu asi tavrıyla biz Karadenizlilere benzetirim İrlandalıları “Biz İngiltere kraliçesi için yas tutmayız” deyip herkes kendi evinin kapısını değişik renklere boyamıştır. Dublin’de yan yana aynı renk iki ev kapısı görmeniz mümkün değildir. Biri BORDO ise diğeri kesin MAVİ'dir (:


Braveheart’ın ve PS: I Love You nun çekildiği şehirdir Dublin.
Gidilecek yer tavsiyesi olarak şehir merkezindeki Trinity College, Temple Bar caddesi Grafton Caddesi şehrin en cıvıl cıvıl yerleri. Ulaşım otobüsler ile rahat taksi ile pahalı.

            Gelelim şimdi kendi hikâyemize. İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan 3 Saat 55 Dakikalık uçuş ile 3000km ötedeki İrlanda’ya neden gittim? Arkadaşım Cihan Arslan ile Joganita adına futbol belgeseli çekmek için gittim. Futbolun birleştiriciliği hususunda Kardeş takım Drogheda United FC ‘yi kayda almaya gittik.
            Drogheda.. Dublin’e 40km uzaklıkta ve tıpkı Dublin gibi bir liman kenti fakat tabii ki de çok daha küçük. Orta çağ mimarisi olan yapılara Drogheda’da rastlamak mümkün küçük bir şehir olmasına karşın Katolik Kiliseler ve Katedraller küçük bir şehre göre fazlasıyla büyük ve tüm Hıristiyanlıkta olduğu gibi ihtişamlı. Zaten Protestan olan Güney İrlanda’ya karşı ekstra bir ihtişam Kuzey’de bekliyordum. Dublin bir tüketim şehri gibi görünüyor lakin Dublin-Drogheda arası tren yolculuğu sırasında Drogheda’nın çoğunlukla tarım ile uğraşan bir şehir olduğu kanısına yol üzerindeki tarım alanlarının çokluğundan varmak mümkün. Bu da beni başkenti bakan küçük şehirler düşüncesine itti. Her neyse..
Deniz kokulu bir memleketin evladı olduğum için başımı çevirince denizin hemen yanı başımda olduğunu bilmek bana her şeyden önce huzur ve nedendir bilinmez bir güven veriyor. Öncelikle futbol İrlanda’da 3. veya 4. sırada gelen bir spor. Öncelik Rugby ve Golf üzerine. 1806 yılından beri Rugby ile haşır neşir olan bir ülkede de futbolun ön planda olmasını beklemek haksızlıktı. Karşı kıyısındaki İngiltere’den ancak bu günümüzdeki etkisi kadar nasiplenmişler. Genç nesil İngiltere ile yapılan kavgaları unutmuş olsa ki çoğu bir İngiliz takımını destekliyor. Özellikle Liverpool ve Manchester United ilk iki sırada. Fakat orta yaştakiler geçmişini ve gençliğinde yaşadıklarını unutmamış ki iyi ya da kötü bir İrlanda takımını mutlaka destekliyor. Çoğunlukla da Drogheda United…

 Son bölüme doğru biraz da bi başımızayken yaşadığımız şanssızlıklardan bahsedeyim. Cihan ilk kez yurt dışına çıkıyordu bense daha öncede paylaştığım gibi Barselona – Madrid seyahatimden sonra bu ikinciydi. Cihana yapacağımız yolculuk ile ilgili güzel şeylerden bahsediyordum. “iki film izleriz uçakta hoop Dublin’deyiz yolculuğu anlamayız bile” dedim fakat o da ne küçücük uçak ile 4 saat yolculuk yapmak zorunda kaldık neyse iyi de oldu bol bol muhabbet ettik. Haa! Bundan önce Atatürk Havaalanında yurt dışı çıkış harcımı yatırıp pul aldım fakat güvenlik kontrolüne gelene kadar pulu düşürmüş, kaybetmişim. Şanslıyım ki görevli polis memuru insaflı çıktı da tekrar harç yatırmamı istemedi. Dublin Airport’a indikten sonra bizdeki Havataş ulaşım araçları gibi Aircoach adlı otobüsleri var. Onlar ile otelimizin önüne kadar geldik fakat o da ne? Otel resepsiyonunda beklerken Cihan’ın otobüsten yanlış bagaj aldığını ve kendi bagajını unuttuğunu fark ettik.

 Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim bari. Cihan’ın yaşadığı şanssızlıklar yakamızı bırakmadı. :)) ama hepsi şuan geri dönüp baktığında iyi ki yaşanmış denecek türden.. 5.günün sabahında İrlanda denizine ayağını sokmak isteyince baştan aşağı ıslandı. Burada bir olaydan daha bahsetmek istiyorum. Otele geldik, yerleştik odanın manzarasına bi' bakayım dedim. Perdeyi açtım ve koskoca deniz karşımdaydı. Şansımız varmış manzaralı odaya denk geldik diye düşündüm. Fakat ertesi gün sabah kalktığımda gördüğüm tablo hayatımda bir ilkti. Med-Cezir ya da Gel-Git... Hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. 100mt. yi aşkın bir boyutta deniz geri çekilmişti. Öğlenden sonra ise o deniz kıyılara tekrar vurmaya başlıyordu. Bununla yaşayan bir şehir.. Bana garip geldi,bilemiyorum.


Solda gördüğünüz fotoğraftaki kayalıklara öğleden sonra yosunlar sarılıyor yengeçler tırmanıyor.. Neyse Cihan diyorduk :)
Tabi şanslı olduğu konular da yok değildi. Bavulu aldık tabi. Otel resepsiyonu şirketi arayıp bavulu otobüsün bir sonraki turunda otel kapısından alabileceğimizi söyledi. Yanlış aldığımız bagajın sahibi hanım da kendi bagajının otelde olduğunu öğrenince gelip almak istedi. Fakat bir şeyi unuttuk. İş Etiği… Nasıl mı? Otobüs geldi, bavulumuz ondaydı fakat otobüs şoförü yanlış alınan bagajı kendisine teslim etmeden bizim bagajımızı vermeye niyetli değildi. Bavullar onun sorumluluğunda olduğu için, bagajları takas etmemizi istiyordu.. Eee bagajın sahibi gelecek, otelden alacak bavulunu sen boşver ver bize bavulumuzu dedik ama dinletemedik. İş etiğine yakalandık. El mahkûm yanlış aldığımız bavulu verdik kendi bavulumuzu aldık fakat bavul sahibi kızcağız kendi bavulunu alabilmek için havaalanına kadar gitmek zorunda kaldı ve boşu boşuna otele kadar geldi. Otele yerleştikten sonra, önce şehir merkezine oradan da Drogheda’ya gitmek için yola koyulduk. Otelin hemen önündeki otobüs durağından şehir merkezine gidecek yolu, otobüs numarasını ve fiyatını öğrendik. Kişi başı 2.40€. Mesafe ise 5km den biraz fazla gibi. Otobüs geldi parayı otobüs şoförüne verdik iki kişi 5€ verdik. O da ne? Kâğıt para kabul değilmiş. Peki, ne yapacağım? Bozuk para kabul ediyormuş. Haydaa indik aşağı, başladık yürümeye. İyide oldu 5€ kar ettik (:

Şehir merkezinden Tren ile Droghedaya gittik. Stadı bulduk ama o da ne? Stad kapalı. Maç yok. Nasıl yok? Her şeyi ayarladık 3000km yol geldik maç nasıl olmaz. Drogheda United'ın o haftaki rakibi olan SligoRovers takımı geçtiğimiz günlerde Malmö ile Uefa maçı oynayınca Drogslar ile olan maçı ertelenmiş mi ne öyle bi aksaklık yaşanmış. O moral bozukluğu ile Dublin’e geri döndük. Akşam otele gelirken bu sefer hazırlıklıydık 5 tane 1€ hazırladık ve otobüse binmeye hazırdık verdim 5€ yu karşılığında 0,20Cent bekliyorum fakat ikinci şok. Para üstü yok. Parayı tam vermek biz yolcuların sorumluluğundaymış. Bak sen hele..!! İrlanda'nın krizde olduğu otobüs şoförlerinin paralarını biz turistlerden çıkarmak için bir yol haritası çizdikleri nasıl belli oluyordu :)  Rezil bir gün geçiriyorduk ama moralleri bozmamaya çalışıyorduk. O gece bir iki irtibat kurup Famous45Ultras (Drogheda Taraftar Grubu) , Gerry Kelly (Fitness Coach) ve kaleci Gabriel Sava ile röportajları ayarladık. Bana sorarsanız marjinal faydası oldukça yüksek bir iş başardık. Öncelikli işimizi hallettiğimiz için çok mutluyduk tabi şimdi de biraz gezinme ve Dublin – Drogheda şehirlerini tanıma vaktiydi.


Drogheda’da gezindik. Tıpkı Dublin gibi Drogheda’nın da içinden bir nehir geçiyordu. Şehir onun etrafına kurulmuş, mütevazı bir şehir meydanına sahipti. Dublin’e göre biraz daha yüksek ve haliyle Dublin’den biraz daha soğuktu. Karadeniz gibi olmasa da havası yine de güzeldi. Enteresan bir anekdot vereyim 5 günlük İrlanda seyahatimizde tek bir damla yağmura bile denk gelmemek büyük bir şans diyebilirsiniz. Ama ben gittiğim yerlerin her koşulunu yaşamayı ve o deneyimi de kazanmadan gelmeyi sevmem. Şimdi üzülüyorum İrlanda şöyle yağmurlu böyle yağmurlu dendiğinde biz hiç görmemiş olacağız.

Son gün Dublin gezintisi…
Dublin’de 3 büyük Green Park: Phoenix(1662), St.Stephen’s(1663) ve Merrion Square(1752) kesinlikle gezilmesi gereken doğal yeşil alanlar.

Meşhur Guinness Birasının üretildiği yer Dublin eğer merakınız varsa gidip tatmanızı tavsiye derim. Simsiyah rengi ve malt tadı ile güzel bir deneyim. Bu arada irlandalılar içmeyi gerçekten biliyor biz Türkler gibi sarhoş olana kadar içen yok. İçki de bir kültürdür. Ağızla içmek gerek..  Ayrıca Whiskey olarakta Jameson’ın üretildiği yerdir İrlanda. Ondan da her eve lazım..

Bir parantez açıp müziklerine değinmek istiyorum. Halk müzikleri kesinlikle çok güzel. İnsanı derinden etkiliyor ve neşelendiriyor. Burada bir etkileşim söz konusu acaba müzikleri eğlenceli olduğu için mi cana yakın insanlar yoksa cana yakın oldukları için mi neşeli müzikleri var. Şahsi fikrim cana yakın oldukları için müziklerinin bu kadar neşeli ve eğlendirici olduğu yönde. 
Kilise katedral gibi yapılara merakınız var ise ünlü cadde Temple Bar’ın hemen bitişinde Viking Area diye adlandırılan bölgede çok sayıda mimari eser görebilme şansınız ayrıca çakma Vikingleri de sokaklarda tur atarken görebilirsiniz. Şehrin tam meydanı O’connell Streetten geçiyor. O’connell köprüsündeyken şehrin merkezindesiniz. Her yere ulaşıma rahatsınız ve Dublinin kalbini dinliyorsunuz demektir. Korkmayın içinizdeki İrlandalılardan onlar iyi insanlardır. Hepsine selam olsun.



28 Nisan 2013 Pazar

Eski Günler...


Büyüdüğüm yerdi Faroz. 
Kıyıya sarılmış bir siyah kurdele gibi siyah kumlar çok yaktı ayaklarımı rüya ayazlarında. Trabzon'a adını veren sini şeklindeki yassı taşları görmemiştim ama Trabzon'u, Trabzon'un en güzel yerini Faroz'u çektim içime bir masal gibi. 

Öyle sabırsız dalgaları vardı ki gönlümün kıyıya vuran. 
Kuma basmakla üzerimi değiştirip denize girmem bir oluyordu. 
Karadeniz'di, annem Karadeniz çocukları sevmez diyordu; dalgaları kayalar parçalıyor senide yutar diyordu. 
Trabzonspor şortumu da hep saklıyordu girmeyeyim diye denize. Oysa Karadeniz'di bu iri dalgaları vardı ama çocuktu daha. 
Hem kıyıya ineceksin hem dalgaları ıslatmayacak ayaklarını, coşardı Karadeniz coşardı bizi görünce. 
Çakıl taşlarını eleklerdik siyah kumuna kavuşma hevesiyle. 
Oysa sahilde o kadar yassı taş vardı ki sektirmeye, gündüz biz sektirme yarışı yapıyorduk gece Karadeniz bizi sahile kusuyordu. 
12 yaşımda atladım Osmanlı Kayasının tepesinden büyüdüğümü sanmıştım o an, yaştaşlarım ayaküstü atlarken ben balıklama atlamıştım. 
Faroz'lu oldun demişti ağabeylerim biraz da haşlanmıştım ama olsun Faroz'lu olmuştum. 
Bu Faroz'da Faroz'lu olmanın ilk adımıydı. 
İlk denize girdiğim yerdi Faroz, Sıçanlı Kayasına gitgelle öğrenilen yüzmeler. 
Rüzgârın uğramadığı Oda Başı Çay Bahçesi, Kaptanın Kahvesi, Başkaya da oturulup çıtlatılan çerezler. 
Limanın uzantısın da gece dolaşan ümitleri vardı herkesin, adı, şanı, liman arkası muhabbetleriyle, hoptekiyle meşhur Faroz. 
Akşam olunca salınırdı rakı kokuları kızartılan bir iki istavrite eşlik eden üzüm, beyaz peynir, karpuz balıkçı muhabbetleri işte. 
Oysa ben hiç içmedim liman arkasın da ağabeylerim, amcalarım vardı benim yerime de içen içtikçe güzelleşen. 
Akşam olunca bir avuç çekirdeği oluyordu herkesin yaz sıcakları ve sokak araları bize kalıyordu saklambaç diyorlardı biz gukku diye oynuyorduk arkadaşlarla, hemen almaca, höllüm ve kendi uydurduğumuz herkesin bildiği Faroz dilinde bir sürü oyunumuz vardı.
  
Faroz'a hırçın dalgaları gelirdi Karadeniz'in kayıklar limana çekilmiş muhabbet kahvedeki demli çay da deniz hırçınlaşmış, balıklar belirmiş hırçın sularda, biz palavralar atardık mahalle de bizim muhabbet başkaydı. 

1 sn. Faroz'mu? 
Buradan Teyze, Numune Hastane'sinin önünden merdivenlerden in Karataşlı yolu aşağıya kadar takip et, burnuna taze deniz kokusu gelince ve Karadeniz'in dost rüzgârı seni sarınca dur, 
- Hah işte orada duracağın yer Faroz'dur. Ama eskidendi Teyze çocuktum ve Faroz başkaydı benim için. 
T.C.K nedir bilmezken yaşımız, kamyonların, greyderlerin üzerinden okuduk öğrendik 
Türkiye Cumhuriyeti Karayolları olduğunu. 
Önce yolu yapmaya gelen bir kaç işçi sandık sonra sahili kapattılar denize toprak doldurdular. Karadeniz daha sarılamıyordu kıyılara ne Şirin kalmıştı ne de kayaları parçalayan Ferhat ne Karadeniz ne Faroz kalmıştı ne de bir kişi Faroz'u, Faroz yapan. 
Dedeleri, anneanneleri de topraklar örtmüştü nasıl Osmanlı Kayasını, Midilliyi, Sıçanlıyı, Baş Kayayı ve o çocukları, onlarda veda etmişlerdi yüzlerindeki gül çizikleriyle sessizce. Biz gözyaşlarımızı tutamamıştık Faroz'a ne de Pullu Hacer dövecekti bizi bastonuyla bahçesine top attık diye, zaten müdür amca da kapatmıştı dükkânı artık bakır çalmamızın ne anlamı olacaktı ki ona satmadıktan sonra hem başka demirciler bizi öle sevmiyordu ki; sonra biz güya büyürken çay bahçeleri kuruldu Faroz Sahiline nispet verir gibi her gece sazlar, sözler, eğlenceler oysa hatıralar oysa anılar oysa Faroz. 

Babalarımızın ve geçmişin anıları ağladı o toprağın altında annelerimizin gözünden yaşlar damladı, damlayan her yaşta parlayan denize taş atma yarışları, akşam sazlarına kolbastı diye hoptek atmalar denizden çıkmak istemeden o annemin elinden alıp kaçtığım midye ekmek araları, domates, Faroz. Faruk ağabeyimin beni dövüp denize atması, kamyon lastikleriyle yüzülen denizin tadı kaldı damağımda. O kara kumu Karadeniz örtmüyor muydu daha. Yapma kayalara vurup kalan karşı konulamayacak dalgaları Karadeniz'in, Faroz.
 
Faroz artık sahil yolunda bir şehrin ayağı. Bir iki şarkısız çay bahçesi, bir limanı, üç balıkçısı, bir kahvesi, bir büfesi, bir Ünsal Ağabeyi, Yalı Mahallesi, Muhtar Filiz'i, birde ismini yazmakla bitiremeyeceğim emektar ahalisi. Eski Faroz'a vuran Karadeniz. Geceleri kimse limana gitmiyor umutlarını televizyona bağlamış herkes, liman da kimse yürümüyor artık Rumların hatırası değildi Faroz, 
Faroz'u Faroz yapan dedelerimiz, anneannelerimiz, babalarımız, annelerimiz, ağabeylerimiz, ablalarımız ve belki de birazcıkta bizdik, Neşvet Teyze'de vardı nur içinde yatsın onun arka bahçesinde foduk ve bokuç oynarken oraya da el koydu umutları yıkan insanlar. Önce çocuk bahçesi dediler bizi kandırmak için, 
-amca amca biz Faroz'luyuz çocukta olsak Faroz'lu kanmaz amca diyemedik. Sonra hem Faroz'a ne gerekirdi ki çocuk bahçesi herkes büyük, herkes çocuktu ya biraz, sonra lüks daireler yaptılar oralara, o iki metrelik hep çıkarken dizimi yaraladığım kara Fatma, kara Fatma, elimi öpmezsen yuvanı yıkarım diye seslendiğimiz duvarı da yıktılar. Ne Neşvet Teyze'nin iki patlıcan inciri, bir karayemiş ağacı, nede çıkıp düşeceğimiz duvarlar kalmıştı Faroz'da. Mahalle de kesilen ağaçlarla can veren hatıralar, doldurulan denize esmeyen sahil rüzgârları, lüks apartmanlara gelen düzgün şiveli gayuğa kayık, çöşmüğe çeşme diyen insanlar. Özlenilen eski fasıllar, Karadeniz ve artık biz bile Faroz'da gerçek Faroz'lu değiliz. Ne Paşalı Oğlu Sokak kaldı, Arnavut taşlı sokaklar da, ne de Süleyman Bakkala hesaba yazdıranlar, çeşmelerde araba yıkar olmuş herkes ne de üzerinde incindi tek bir serçe, küçük evler yıkılmış büyük apartmanlar olmuş, dizi dibine oturupta hikâyelerini dinlediğim teyzeler yerine birbirini tanımayan komşular gelmiş, tepede altın bilezik ören kimse yok ve akşam olur kimsenin çekirdeği olmaz sahil de. Sahil mi? Doğru ya ey Faroz senide mi gömdüler o çay bahçelerinin altına, betonlaşmış, şehirleşmiş, birbirini tanımaz olmuş herkes, Faroz'da güya modernleşmiş ve Faroz'un yetiştirdiği son tıfıl dönem bizmişiz.




12 Şubat 2013 Salı

Mucho Gracias Espana



Madrid Ayağı

29 Ocak 2013 Sabah saat 08:05’de Türk Hava Yollarının İstanbul-Madrid uçağı ile İspanya yolculuğumuz başladı. Babam-Annem-Kız Kardeşim ve ben.. Karşımızda İspanya… Atatürk Havaalanında güvenlik kontrolünden geçerken ayakkabılarımızı dahi aranıp o şekilde güvenlik kontrolünden geçerken bir terör ülkesinden çıktığımı ne yazıkki farkettim.

3 saat 30 dakikalık keyifli bir uçuşun ardından Madrid-Barajas Havaalanına yerel saat ile 10:35 de indik. Ocak ayının sonu olmasına rağmen 650metrelik rakımıyla Madrid’de hissedilen hava sıcaklığı 4-5 derece hava ise gayet açık ve güneşliydi. Güvenlik kontrolünden geçip Madrid’in içine doğru yolculuğumuz başladı. İlk durak Plaza De Toros... 1929 yılında yapılmış olan bu Arena hala Boğa Güreşlerine ev sahipliği yapmaktadır. Genel olarak tüm Madrid de kuvvetli şekilde hissedilen tuğla mimari Plaza De Torosta da hissediliyor. Endülüs döneminden miras kalan bu mimari şekli şehri %80-%90 oranında kaplamış. Şehirde trafik nüfusa göre sıkışık ya da kalabalık denmeyecek şekilde az. Ülkemizin aksine yayalara ve trafik kurallarına saygı hayret edilecek düzeyde kusursuz. Ekonomik kriz geçirdikleri bu dönemde hükümetlerine yönelik protestoya ve eylemlere birkaç noktada denk geldim. Lakin ne bir biber gazına ne de polisin orantısız güç kullanımına maruz kalan kimseye şahit olmadım. Polis ise şehirde tek tük görebileceğiniz kadar az.

 

Şehrin en büyük caddelerinden biri olan Paseo de la Castellana caddesi bir sonraki durağımız. Bu cadde 12km uzunluğunda 5 şerit gidiş ve 5 şerit gelişten oluşan sollu sağlı alış veriş mağazalarının olduğu efsanevi bir cadde. Üzerinde Real Madrid futbol takımının stadı Estadio Santiago Bernabéu stadı da yer alıyor. Caddenin en sonunda ise tüm ihtişamı ile Puerta de Europe’a ikiz binaları mevcut.


 

 

Bir büyük meydan… Plaza Mayor… Çeşitli sokak sanatçılarının (ben şişko spiderman i gördüm) restorant , cafe , lokanta ve hediyelik eşya satıcılılarının bulunduğu nefeslenmek ve dinlenmek için şehrin hemen hemen ortasında bulunan ihtişamlı ve tarihi noktası. 4 tarafından girişi olan kocaman bir alan. Yemek yemek için biraz “tuzlu” ama gayet şık yerlerin olduğunu söylemek gerek. Yemek demişken biz Müslümanlar için yasak kılınan “domuz”a ve domuz ile yapılan her şeye tüm Madrid cafe ve restorantlarında rastlamak mümkün.
Teşbihte hata olmaz diyerek tüm Madridin buram buram domuz koktuğunu söyleyebilirim. Bunun yanı sıra "Tapas" adı verdikleri küçük güveç kaplarının içinde domuz – balık – tavuk – dana etlerinden yapılmış şarap ile marine edilmiş çeşit çeşit “atıştırma”lar çok yaygın. Tabiki ben genel olarak etlerin hiçbirini denemeyi tercih etmedim. Peynir ve peynir türevleri ile doymaya çalıştım. Doymak derken ne zaman yemek için dursam hepsinde Türk mutfağını ve damak tadını hayal edip masadan o şekilde doyduğumu varsayıp kalktığımı söyleyebilirim. Madrid seyahatim boyunca sevmediğim tek şey yemekleri diyebilirim.
 

Plaza Mayordan sonra bir sonraki durağımız aslında bizim de aşina olduğumuz İstiklal caddesine benzer yapıdaki “Puerta Del Sol” (Sol meydanı) İstiklalin girişi ve istiklal boyu yürüyüş tarzında.. Plaza Mayorun hemen arkasında ki bu meydanda yine sokak sanatçılarına denk gelebilir ücreti karşılığında fotoğraflar çekilebilir ve gezebilirsiniz.(Heykel adam – korsan Jack Sparrow gördüklerim) Madrid şehrinde her yerde çeşitli Grafiti çalışmaları görmeniz olası çünkü bu çalışmalar bir kültür sanat etkinliği çerçevesinde ve yasal durumu bilmemekle birlikte gayette serbest bir durum gibi şehrin her yerinde var. Kimisi siyasi görüşleri , kimisi ekonomik krizi , kimisi kendi grubunun reklamını yansıtan bu çalışmalar aslında şehri bir resim galerisi havasına bürüyor ve sizde bu galeriyi geziyorsunuz.
 

Başkentte uyandığım sabah kahvaltıda bir şok yaşadım. Dünyanın büyük zeytin üreticilerinden olan ispanya kahvaltı da zeytin yemiyor. Hepsini satıyorlar mı acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Ve yine domuz. Ve yine o kokusu. Acaba diyorum bizdeki gibi köfte kokusu duyunca ağzımızın sulanması ya da mangal başında pişen etin kokusunu hissedince uyanan his onlarda da domuz için mi uyanıyor? Muhtemelen öyledir. Tatsız tutsuz peynirlerle yaptığım kahvaltının ardından şehri turlamaya devam ediyoruz. Prado müzesi ve Sofia müzesi görülmeye değer ve birbirine yakın iki büyük müze.

Mükemmel bir metro sistemi kurulmuş. Kasvetli Başkentin hemen her yerine 5 dakika da ulaşabiliyorsunuz ve tam da turistler için önemli ve halk için kalabalık olabilecek meydan ve caddelerin kalbine..

Gran Via.. Büyük meydan.. Bir diğer açık hava meydanı. Lüks mağazaların olduğu genellikle turist kesim için ideal olmayan ama tüm şehirdeki gibi ihtişamlı ve işlemeli mimari binaların olduğu bir diğer uğrak noktası. Enteresandır ki bizdeki tarzda apartmanları görmek mümkün değil adeta hepsi tarihi eser. İşlemeli-oymalı ve birbirine benzer nitelikte evler. Çarpık bir yerleşim yok. Uzun uzun düz caddelerin ortak noktada buluştukları ve son durak olarak çıktıkları bir meydan. Herşey sistematik ve düzenli. Kaldırımlar; bir noktada asla bitmez körler için ve kaykay - paten kullananlar için birbirlerine bağlı ve işaretli sistemlerle kurulmuş. Körlere yönelik yine kırmızı ve yeşil ışıklarda ses sistemleri mevcut ses gittikçe hızlanıyorsa anla ki ışık yayalar için kırmızıya dönmek üzere ve sen o yaya geçidine girmek için bir kaldırımdan inmene gerek yok kaldırım git gide alçalan ve tırtıkların bulunduğu bir zemin zaten. Bunun yanı sıra Fransızlar gibi milliyetçilikten değil bence ama her Avrupalı gibi uyuşukluk ve tembellikten ötürü İngilizce öğrenmemiş, ihtiyacı olmamış ve bu yüzden İngilizce bilen kimselerin “do you speak english?” sorusuna “a litte” diyebilecek kadar İngilizce bilen ama gerisinin olmadığı bir memleket Madrid. Bu yüzden ben çok sıkıntı çektim ki İngilizce bilmeme rağmen meramıma cevap hep İspanyolca olarak geldi. Belki haklılar Güney Amerika Portekiz ve İspanya büyük bir çoğunluk eder ki bunlar İspanyolca ana dilleridir diyebiliriz. Böyle bir durumda benim İspanyolca bilmeyişim eşeklik olmuş diyebilirim J Bunun bariz şekilde fark edildiği nokta taksiciler. Hemen hemen hiç İngilizce bilene rastlamadım. Taksiler ise bizdekinin aksine hep beyaz renkte ve böylelikle şehirde taksi yokmuş gibi görünüyor. Bize kıyasla bir diğer husus taksicilerin içinde bayan taksicilerinde olması. Genellikle yaşlı kimselerin sokaklarda dinç bir vaziyette dolaşmaları bizim yaşlı kimselere oranla daha sağlıklı olmaları bir merak konusu oldu bende. Acaba domuzun etkisi mi diye düşünmedim değil. Genç nüfus ise vurdum duymaz ve ukala görüntüde rahat ve salaş bir yaşam tarzı genele hükmediyor. Pahalılık konusunda ise suyun en pahalı içeceklerin başında geldiğini hatta bira ve koladan kısmen pahalı olduğunu söylemek mümkün.

 

 

30 Şubat 2013 sabah 10:20’de Atocha Tren İstasyonundan Hızlı Tren ile Madrid den Toledo şehrine geçtik. Hızlı trenin bilet ücreti kişi başına 10€. 80km mesafede bulunan bu küçük tarihi şehre hızlı tren ile 30 dakika gibi bir sürede vardık. Toledo Tren istasyonu küçük şirin bir yer ama bizdeki gibi alelade yapılanmamış yine bir tarihi süsleme yapılmış ve hoş bir görüntü sergilenmiş.
 

Toledo: 3 dini ( Musevilik – Hristiyanlık – Müslümanlık ) barındıran ve surlar ile etrafı çevrilmiş , nehrin kenarına kurulmuş küçük , tarihi bir şehir. Museviler için Sinagoglar Hristiyanlar için kiliseler ve Müslümanlar için camiler aynı anda bu şehrin içinde bulunuyor , ibadete açık ve turizm için de müsait konuma getirilmiş şekilde hizmet veriyorlar. 

Şehrin merkezinde 1400 lü yıllarda yapıldığı söylenen tarihi Toledo katedrali mevcut. Tüm görkemiyle Hıristiyanlık için ticari bir hale gelmiş ve 8€ luk girişi ile size bu tarihi sunuyor.

San juan de los Reyes kilisesi de oldukça heybetli ve gözalıcı. Küçük bir şehir olduğu için yürüme mesafesi ile tüm şehri ve tarihi yerleri gezmek mümkün.

Şehrin surlarına yakın ve nehrin kıyısını gören kesimde bulunan sinagog ise Sefardi Sinagogu. Kişi başı giriş bedeli 3€ olan bu sinagogda açıkçası bana sorarsanız sizi tatmin edecek bir şey yok. 1 litre su parasına girişi olan bir yerden bir şey beklemekte mümkün değil gibi. Ama sinagog da görmek ve gezmek istiyorum derseniz hay hay.

Şehirde yemek yemek için yine tapas ve pizza yapan yerler mevcut ayrıca katedralin etrafında çok hoş kurabiye ve şekerleme tarzında kekler ve yiyecekler mevcut. Onun haricinde tamamı hediyelik eşyalar ve el işlemeciliği üzerine açılmış dükkanlar mevcut. Kılıçlar,el işlemesi kolye küpe bileklikler biblolar heykeller biraz pahalı olmakla birlikte oldukça şık.

Saat 15:25 Toledo Tren İstasyonundan tekrar başkent Madrid’e 16:00’da döndük.

 

Aynı günün akşamı Madrid’de bir büyük etkinlik vardı. El Classico… Real Madrid – Barcelona maçı. Kupa Del Rey de iki takım karşılaşıyor ve maç ne şanslıyım ki Madrid’de… El Classico için öncesi ve sonrası anlatımı yapmayıp direk linkini vermek istiyorum.


 

31 Ocak 2013 Sabahı Madrid şehrinin diğer ucunda olan Chamartin Tren istasyonundan bir diğer küçük ve tarihi şehirlerden olan Âvila’ya gitmek için Hızlı Tren bileti aldık. 1 saat 35 dakika sürecek yolculuk için kişi başı 12€ ödüyorsunuz ve Madrid  - Âvila arası 110km mesafede. 11:40’da başlayan yolculuk 13:15’te sona eriyor. Villalba kasabasından geçip doğruca Âvila’ya gidiyoruz. Ayrıca aynı mesafede bir diğer tarihi şehir “Segovia” da var fakat biz Âvila ya gitmeyi tercih ettik.

Âvila’da yine Toleda gibi tarihi bir şehir eski yapılanma aynen korunmuş. Her iki şehirde kısmen bizim Safranboluyu andırır türden lakin etrafı surlar ve içerisi kaleler ile korunmuş hem şehir korunmuş hem mimari korunmuş. Yüz yıllar öncesi yaşamın içerisinde bugun itibari ile dolaşır gibisiniz. Önemli olan ve gidilmesi gereken birkaç yeri belirtmek isterim

Âvila Katedrali olarak geçen Santa Iglesia Catedrali şehrin büyük katedralidir. Oldukça eski ve bir o kadar da soğuk devasa bir katedral. Kişi başı gezi ücreti 4€ olup oldukça tatmin edici yapılar görebiliyoruz.

 

 Bir diğer uğrak noktası yürüme mesafesinde olan Santa Terresa kilisesi. Önünde mükemmel bir Âvila manzarasının sizi beklediği bu kilise küçük ve çabuk gezilecek türden


Şehrin meydanı olan San Juan da küçük butikler kafeler ve oturma alanları var. Tahminen şehrin girişi bu yönde çünkü şehri çevreleyen surların genişliği ve kalenin yüksekliği bu bölgede daha fazla ve önünde uzun uzadıya bir avlu ile giriş yönünün bu yön olduğunu saptamak zor değil. Aynı gün akşamı hızlı tren ile saat 17:30 da Âvila Tren İstasyonundan kalkıp Madrid – Chamartin Tren istasyonuna saat 19:05 de vardık.

1 Şubat 2013 sabahı otelimiz TRYP Atocha dan ayrılıp Zaragoza’ya uğrayıp Barselona şehrine doğru otobüs ile seyahat etmeye başladık. 10:00’da başlayan yolculuğumuz 16:00 da Barselona daki TRYP Apollo oteline varmayı hedefledik.

Öğlen saatlerinde Guadalajara dan geçip Zaragoza’da durduk. Şehir bir büyük nehrin kenarına kurulup hemen nehrin yanına inşa edilmiş devasa bir tapınak. Saragusta(Zaragoza) Tapınağı. Santiago köprüsünün hemen yanındaki devasa tapınak tüm ihtişamı ile gezilecek bir yer. Etrafındaki cafe ve restaurantlarda öğle yemeğimizi yedikten sonra otobüs ile Barselona şehrine devam ettik.  
 

Akşam otele yerleştikten sonra küçük bir şehir turu atıp ertesi gün için dinlenmeye çekildik.

2 Şubat 2013

Barselona Ayağı

Barselona İspanya’nın başkent Madrid’den sonraki en büyük 2. Şehri. Katalan şehri olarak bilinen Barselona 2 Expo fuarına ev sahipliği yaparak (’88 ve ’92) de büyük yatırım almış ve “yürü ya kulum” denmiş bir şehirdir. Madrid’e göre daha cosmopolit bir şehir olan Barselona kısmen kalabalık ve çok sayıda milletten insan barındıran bir şehir. Hem maddi hem de manevi açıdan zengin bir yapısı var. Madrid’e göre daha salaş ama deniz kenarı olduğu için bu salaşlık kolay kamufle edilebilmiş.

Sabah saat 08:00’da otelimizden ayrılıp otobüs ile bir küçük Barselona turu attık. Önce şehri tepeden gören Muntanya de Montjuiç yani Montjuiç tepesine çıkıyoruz. Tüm Barselona şehri ayaklarınızın altında ve alabildiğince mükemmel bir manzara.

 

Tepenin eteklerinde 92 olimpiyatları için yapılmış Milli Stad mevcut. Bir sonraki durak 12km uzunluğundaki Gran Via De Los Corts Catalanes yani Katalan meydanı. Bu meydan üzerinde şehrin önemli ekonomik getirisine sahip kişiliği olan mimar “Gaudi”nin eserlerine denk gelebilirsiniz. Birisi Casa Battlo ve hemen ilerisinde Casa Mila.

 
 

Sıradaki durağımız Gauidinin bir diğer eseri ve mirası olan “Guel Park” oldukça estetik ve bir o kadar da sıra dışı olan bu park gerçekten gezilmesi gereken yerler içerisinde.

 

Barselona’nın belkide en büyük mimarisi: Sagrada Familia kilisesi meşhur ( bitmemiş kilise) 1880 lerde yapımına Gauidi’nin başladığı ama 1920’de ölümü ile henüz bitmeyen kilisenin muhtemel bitiş tarihi 2030 olarak koyulmuş. Mimarinin dışından bakan bir kişi benim tabirim ile bittiği zaman Hıristiyanlığı ana hatları ile anlayabilecek. Giriş ücretinin 18€ olduğu bu kilisenin kulelerine de çıkmak mümkün lakin ücrete tabidir.

 
 
 

En ünlü meydan: Sahil kesimindeki colomb heykelinden başlayıp Katalan meydanına kadar uzanan ve bu arada kalmış 2km uzunluğundaki La Rambla meydanı. Sollu sağlı küçük caddelerin her birinin ortak çıkış noktası olarak ayarlanmış bu meydanın arka kesimi eski Barselona diye tabir edilen Gotik Barselonadır. Tarihi mimari daha çok korunmuş yıkılmamış ve şehir büyümeye başladığında ön tarafta yeni yerleşme ile kurulmuştur.
La Rambla meydanını sahil kesimi Colomb caddesine “dağ” kesimi ise katalunya meydanına çıkar. Colombun ordaki Akvaryumu herkesin gezmesini tavsiye ederim giriş ücreti 19€ olmasına rağmen verdiğiniz paranın değerini deniz altı merakınız varsa (ki bence yoksa bile) fazlası ile alacaksınız. Girmek istemezseniz bile o bölgedeki alış veriş merkezi , wafflecılar ve martılar ile haşır neşir olabilir eğlenceli vakit geçirebilirsiniz.

La rambla’nın dağ tarafı dediğim Katalunya meydanı , La Rambla’ya göre daha pahalı ve lüks dükkanların olduğu daha nezih bir yer. Çünkü açık konuşmak gerekirse Barselona, Madrid kadar güvenli bir yer değil. Kapkaç ihtimali oldukça fazla çünkü Pakistanlı ve çekik gözlü kavimler ve Basklı insanlar oldukça fazla ve onların ekonomik durumu çokta iyi değil. Hırsızlık görülüyor. Kıyaslama yaparsak Madrid bizim başkentimiz Ankara’yı andırıyor Barselona ise İstanbul’u. İnsan yapısı ve şehirleşme açısından. Yine metro hattı burada da çok geniş ve çok kullanışlı. La Rambla meydanının hemen altından geçen bir metro hattı varki metro geçerken ayaklarınızın altı sallanıyor ve hissedebiliyorsunuz. Bu meydan sollu sağlı kurulmuş olan apartmanların hemen altından bir gidiş bir geliş araba yolu ile kurulmuş ve siz yaya olarak meydanın ortasında yürürken araçlar solunuzda ve sağınızdan geçiyor. Alış veriş yeme içme gibi ihtiyaçların çeşitli fiyatlar ve çeşitli tatlar karşılığında karşılandığı güzel vakit geçirilebilecek bir alan. Bizdeki gibi insanlar alışveriş merkezlerinde değil daha çok meydanlarda.


 

Akşamları flemenco gecelerine gidebilirsiniz saat 19:30 da başlayan 21:00’a kadar süren girişlerin 20€ olduğu bu gösteride müzik ve şölene tam anlamıyla doyacaksınız. Palacio del Flemenco yu öneririm. Müzik kültürü aşağı yukarı bizimkine eş olan flamencoda keyifli vakit geçirebilirsiniz.

3 Şubat 2013

Figueres ve Gironas Şehir gezileri.

Sabah saat 10:00 ‘ da Barselona’dan başlayan yolculuğumuz 12:00 da Figueres şehrinde noktalanmıştır. Bu şehirdeki adresimiz Salvador Dali’nin müzesi olan Dali Müzesi. Figueres şehri Barselona’ya 140 km mesafede ve kısmen daha iç kesimde yer alan küçük bir Katalan şehir. Çok enteresan bir bakış açısı olan ve dünyaca ünlü olan Salvador Dali’nin müzesini gezmenizi ve sevgilisi Gana ile olan ilişkilerini resmettiği tabloları görmenizi isterim.



Bir sonraki durak Gironas bölgesinin şehri olan Girona.

Figueres şehrine yarım saat uzaklıkta olan dere kenarına kurulmuş küçük bir kasabayı andıran tipik bir öğrenci şehri niteliğindeki mütevazi bir yerleşim yeri. Bir Katalan şehri olan ve Turistik özelliği barındırdığı dükkanlardan ve salaş mekanlarından belli olan bu yerleşim yeri butik bir şehir niteliğinde. Korunduğu tarihi ve yaşattığı kültürü ile farklı. Gezilecek bir çok kilisesi ve Yahudi mahalleleri mevcut. Bu anlamda ilgi odağı olabileceğini düşündüğüm bu şehre , katalunyanın bu bölgesine gelmişken uğramınızı tavsiye ederim. Sant Feliu kilisesi şehrin hemen girişinde sizleri karşılıyor.

 

4 Şubat 2013 FC Barselona Stadı Camp Nou gezisi.

Şehrin kalbi olan La Rambla meydanına 15 dakika mesafede. Ortalama 5-6km uzaklıkta.

100.000 kişilik stadın turistik geziler için ayarlanmış bir programı mevcut. Yönlendirme stili ile stadın hemen her yerini geziyorsunuz. 23€ gezi bedeli ödeyerek gezintiye FCBotiga (Barça Store)’dan başlıyorsunuz. 2 katlı devasa storun içinde yok yok denecek türden. Formalar atkılar Bardaklar magnetler eşofmanlar çantalar ve hatta kendi şarapları bile…Rastaurantları kafeleri…

Stadın içine girdiğimizde bizi devasa kupa müzesi karşılıyor ve tarihi futbolcuların bilgilendirmeli efsanelerin hayatları..
Rotayı takip ettikçe Soyunma odası , Basın toplantısı odası , sahaya çıkış koridoru hemen sağında küçük bir ibadethane ve karşınızda koca bir mabet. Yeşil çimleri ile Camp Nou.



 

 

 

Gezimizin ardından otele dönüş ve ertesi sabah için bavul hazırlıkları. İspanya’da son gece

5 Şubat 2013 Saat 17:35 te Barselona El-Prat havaalanından 3 saat süren mükemmel bir uçuşun ardından önce Türkiye Saati ile 21:35 te İstanbul Atatürk’e ordan da saat 00:35 te Trabzon ucağına binip 2:00’da Trabzon’a geldik.

Mucho Gracias Espana..

4 Kasım 2011 Cuma

Bir "Eski Bayramlar" Klasiği

Bir Eski Bayramlar Klasiği

Eski bayramlardan bahsederdi büyüklerimiz. Çok farklıymışlar. Bayram hazırlıkları , koşuşturmalar…

Aile içinde bayram havası estirmek varmış. Şimdiki gibi bir yerlere tatile gitmek yokmuş. Tatile gitmenin çok kötü bir durum olarak adlandırıldığı zamanlardı bunlar.

                Çarşıya çıkılıp bayramlıklar alınırmış. Eskiden… Şimdi bayramlıklar evlere postalanıyormuş gibi… Çocuklar bu bayramlık adı verilen giysilere sahip oldukları için çok sevinirlermiş. Zaten bugün öyle altın kaplamalı ! giysiler yok , o yüzden bizler alış-veriş yaptığımızda hep mutsuz , somurtkan insanlar olduk çıktık.

                Yemekler yapılırmış o zamanlar. O zamanlar diyorum kusura bakılmasın milat öncesi devirlerden bahsediyorum. Şuan yemek yapılmıyor hepimiz kapsüllerle yaşamımızı sürdürdüğümüz için bu “yemek yapma” mevzusuna çok uzağız bu yüzden.

                Birde arife akşamı erkenden yatılırmış o dönemde. Ertesi sabah camiye gidilecektir çünkü. Zaten şimdilerde camiye gitmek olmadığından erken kalkma sözü bizlere çok uzak !!

Evet sevgili dostlarım ben bu “Eski bayramlar” mevzusunu anlamıyorum. Sanırım anlamayacağımda. Ama birilerinin zaman kavramını da anlamadığından eminim. Saygılar sevgiler. Gönlünüzce geçirdiğiniz bir bayram olması ümidiyle.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Bir Ameliyatın anatomisi 4Nisan2011

Her zaman anlatacak bir hikayemin olmasını istemiştim. Bir travma hikayesi…İnsanoğlunun yaşayacağı en büyük travmalardan birini yaşadığıma inanıyorum ve bu yazımda sizlerle Dorsal Scheurmann Kifoz ameliyatımın öncesi /sonrası yaşadığım duygu karmaşasını ve edindiğim deneyimleri  paylaşacağım.

                                                                Nedir bu Kifoz?

                                

Kifoz, sırtın üst kısmının (torasik omurga) ileriye doğru yuvarlaklaşmasıdır. Yuvarlanmanın bir ölçüde olması normaldir, ancak "kifoz" terimi genellikle 40 ila 45 dereceden daha fazla olan, abartılı bir yuvarlanmayı ifade eder. Bu şekil bozukluğuna yuvarlak sırt veya kambur adı da verilir. Torasik, omurga kaburga kemiklerinize bağlanan, ortadaki 12 omurdan meydana gelir. Kifozda, omurganız normal görünebilir ya da sırtınızda kambur oluşabilir. Kifoz, gelişim sorunlarının, omurga arteriti gibi dejeneratif hastalıkların, omurlarda sıkışmadan ötürü kırıkların olduğu kemik erimesinin veya omurgadaki travmanın sonucunda oluşabilir.

Belirtiler ve semptomlar

  • Kambur durmak veya kamburluk
  • Hafif sırt ağrısı
  • Omurgada tutukluk veya acıma
  • Yorgunluk













Risk faktörleri
Belirli kişilerden oluşan gruplar daha yüksek kifoz riski altındadır:

  • Duruşu kötü olan, ergenlik çağındaki kızlar daha büyük postürel kifoz riski altındadır.
  • 10 ila 15 yaşları arasındaki erkek çocuklar daha büyük Scheuermann kifozu riski altındadır.
  • Osteoporozu olan yaşı ilerlemiş yetişkinler, kifoza neden olabilecek omurga kırıkları konusunda daha yüksek risk altındadır.
  • Bağ dokusunu etkileyen Marfan sendromu gibi belirli hastalıkları olan kişiler risk altındadır.

Komplikasyonlar
Kifoz, aşağıdaki komplikasyonlara sebebiyet verebilir.

  • Vücudun görünümü ile ilgili sorunlar. Özellikle ergenlik çağındakiler, sırtın yuvarlak olmasından veya rahatsızlığın düzeltilmesi için destek aleti takmak zorunda olmaktan ötürü kötü bir vücut görünümüne sahip olabilir.
  • Şekil bozukluğu. Sırttaki kambur, zaman içinde fark edilir hale gelebilir.
  • Sırt ağrısı. Bazı vakalarda, omurganın yanlış doğrultuda olması, şiddetli veya elden ayaktan düşürücü boyuta ulaşabilecek ağrıya neden olabilir.
  • Nefes almada zorluklar. Ağır vakalarda, bu eğri göğüs kafesinin akciğerlerinize bastırmasına neden olarak, nefes alma yetinizi engelleyebilir.
  • Nörolojik semptomlar. Bunlara, ender olsa da, omurga sinirleri üzerindeki baskının bir sonucu olan bacak zayıflığı veya felç dahil olabilir.



Evet özet olarak diyemeyeceğim genel olarak Kifoz budur.

Benim bu durumu idrak etme ve hatta geç idrak etme safhama gelince;

17 yaşımdayken başlamıştı sırt ağrılarım ama ergenliğin vermiş olduğu rahatlık yüzünden pek üzerine düşmüyordum bu durumun ve “bana bir şey olmaz” diyordum.Gel zaman git zaman bu şekilde yaşantıma devam ettim taa ki ağrılar ve eğrilik artana kadar.Tabi ki bu sadece benim ihmalkarlığım ile ölçülemezdi uzun boylu insanların bir çoğunda bu sorun baş gösteriyor günümüzde.

                Prof.Dr. Azmi Hamzaoğlu ile ilk randevu

24.03.2010 tarihinde Prof. DR. Azmi Hamzaoğlu ile Istanbul Çağlayan Florance Nightingale Hastahanesinde görüşmeye gittik. “İnsanlarda 35o eğiklik vardır yaratılışları gereği sende ise suan 70o ‘ ye ulaşmış normalde ameliyat olman lazım ama bu ameliyat en az her ameliyat kadar riskli hem ayrıca yaşın çok genç” dedi ve ekledi;  “ Oğlum olsa senin yerinde bu durumda ameliyat etmem” .“Bol bol yüz çünkü yüzmek sırt kaslarını güçlendirip omurgaya düşen yükü hafifletecek”dedi ve spor yapmak, süreci gözlemlemek ve değerlendirmek üzere Istanbul’dan ayrıldık.Fakat, benim sportif yaşantım 3-5 günün önüne geçemedi çünkü zaten içinde bulunduğum dönem duygu yoğunluğu olan bir dönem , kambur olmakdan ötürü denize girmeyi sevmeyen bir hal almışım öneri olarak yüzmek gelince o sırada daha farklı daha çocuksu düşünüyormuş insan. Halbuki şuan Sanat için soyunurum lafını Sağlık için de soyunurum olarak yenilemek istiyorum.

Tamda ameliyat fikri beynimin büyük bir kısmını meşgul ederken bir de Şeker Hastalığı peydah oldu bana.Aslında bu da benim kendi hatamdı bir bakıma. Çünkü ameliyat olacak olma ihtimali beni strese sokuyordu spor yapmak gerekiyor olgusu beynimi kemirdikçe spordan kaçıyordum  kamburluktan ötürü bol giysiler giyiyordum ve + bu stresle yemek yedikçe yiyor kilo aldıkça bol giysileri tercih ediyordum ve kaçınılmaz son vücuda şeker depolanmasından ötürü şekerimi düşüremiyordum ve tanı kondu : Şeker Hastalığı.

Doktor Bey ile 6 ay sonrası için randevuleşmiştik ama bu acil gelişen durum yüzünden 3 ay erkene aldırdık görüşmeyi ve kendisini ile görüştük ve bu arada çektirdiği bir röntgen filmi de “Ameliyat artık şart” boyutuna getirmişti , röntgende omurgadaki deformeler geçen 3 ay içinde artmış ve eğilen omurga üzerinden sıvı akışı git gide azalmıştı bu durum yürüyüşte dengesizliğe sebep olacaktı başta ve daha sonrasında da kısmı felçe kadar götürebilirdi beni.Ameliyat konusunda artık tereddütümüz kalmamıştı sadece şeker hastası olmam ne kadar etkileyecekti ameliyatı ya da engel olacakmıydı bunu konuşmamız gerekiyordu. Bu konu için Endokrin uzmanı  Prof. Dr. Hakkı Kahraman ile görüşüp gerekli tahliller neticesinde Şeker Hastalığımın ameliyata engel olmadığı kararına varıldı ve 1 hafta sonrasına ameliyat tarihi belirledik.

                Hastaneye yatış

Tarih : 01.04.2010 Cuma günü Florance Nighingale Hastahanesine yattım. Gerekli  tetkikleri yapmak vücudu ameliyata hazır hale getirmek için 2 gün hastanede kaldım.Neydi bunlar? En başta Şeker dengelenmesi , Kalp ritmi dengesi , Akciğer solunumu yeterliliği gibi gibi durumlar…Burda bir es vermek istiyorum hayatımda hiç bu kadar kısa zamanda bu kadar çok doktor tarafından bakılmamıştım bu durum benim şöyle bir geri yaslanmamı sağladı artık güvendeyim dedim kendi kendime.

Ameliyat Günü:04.04.2010 Pazartesi

Sabah saat 08:30 civarı gibi Prof. Dr. Azmi Hamzaoğlu ve onun çok değerli ekibinden Op. Dr. Çağatay Öztürk , Op. Dr. Selhan Karadereler , Op.Dr. Meriç Enercan ve 3-4 hemşire ile birlikte odama girdiler.Kendimi bir an filmlerde izlediğim asılmaya gidecek olan bir kişinin celladı ile göz göze geldiği o sahnede hissettim.Bayağı heyecanlandığımı anlamış olacaklar ki çeşitli sakinleşme telkinlerinde bulunuyorlardı bana o sırada laf arasında bir sakinleştirici iğne ile daha oda dan çıkamadan gözlerimi 12 saat sürecek ameliyatım için kapadım.

                Titanyum Vidalı Uyanış

Uyandığımda tepemde dikilen 3 kişiyi hissedebiliyordum uzaktan uzaktan sesleri geliyordu ama yorgunluktan gözlerimi açacak takatim bile yoktu. Uyandığımı anlamış olacaklar ki; “Orhan bir şey istiyor musun?” dedi içlerinden biri. “SU” diye fısıldamışım haykırdığımı sanarken. Islak bir pamuk hissettim dudaklarımda ama neye , kime yeterdi o kadarı. “SU”diye haykırdım tekrardan ama bu kadarı yetermiş. Tam o sırada tanıdık bir ses çalındı kulağıma. “Orhan bir ihtiyacın var mı ?” dedi o güzel insan. (Prof. Dr.Azmi Hamzaoğlu)

                                                                      

“SU HOCAM” diye haykırdım bana kalsa. “Bir bardak su verin çocuğa” dedi ve o anki mutluluk ilk kez mutlu olduğumu hissettirdi bana.Kamışla fondip misali bir nefeste çektim suyu ve aynı hızla onlarda ağzımda ki burnumdaki hortumları çektiler (: . Şaka bir yana suyumu içtikten sonra “Orhan şimdi seni ayağa kaldıracağız dedi az önce bana suyu yeterli gören şeker hemşiremiz.İçimden veya dışardan “OHA!” dediğimi biliyorum gözlerimi hafif aralayabildim ve beni hasta yatağında diklediklerini gördüm karşımda uzun boylu sayılabilecek bir hasta bakıcı vardı zar zor ellerinin kıllı oluşundan erkek olduğunu seçebiliyordum ellerini bana doğru uzatmış ona tutunmamı bekliyordu,ellerime bakarak; ellerimle onun dirseklerini kavradım. Hiç inanmasamda kalkabileceğime derin bir nefes almaya çalışıp bir gazla! O hasta bakıcı arkadaşa tutundum ve ayaklarımın üzerine kalktım. İşte o anda “Bu nedir böyle” dedim sanıyorum yine içimden. 21 yıldır dünyaya baktığım mesafeden daha yüksekdeyim sanki. Evet doğruydu 3cm. kadar uzamıştım hissedebiliyordum ama şuan onu  değerlendirebilecek kadar zamanım yoktu çünkü görüş alanımdaki herşey nefes alış ölçüm doğrultusunda gidiyor ve tekrar geliyordu.3-5 saniye kadar sonra ışık namına hiç bir şey kalmadı karşımda ama gözlerimin açık olduğunu biliyordum . Birden korkmaya başladım . Yine yeniden bu durumu da hisseden hasta bakıcılar “Orhan nasıl hissediyorsun?” dediler ki bu lafın 21 gün boyunca günde en az 15-20 kere bana söyleneceğini bilmeden o lafa can kurtaran gibi atladım ve GÖREMİYORUM dedim.Inanılmaz bir duygu karmaşası içindeydim sırtım ne halde ondan hiç haberim yoktu ama göremiyordum…Hemen akabinde “Yatırın.” Uyarısı geldi. Yattığım anda bir derin nefes çektim ve ilk uyandığım andan daha net olarak karşımdaki hemşirelerin göz rengini saç rengini ve burun deliklerini dahi seçebiliyordum. Işte o an insanoğlunun vücuduna ve bu vücudun iyileşmeye ne kadar açık olduğuna tanık oldum. Tanrının nasıl bir metabolizma yarattığını nasıl sistematik bir şekilde çalıştığının bizzat şahidi oldum ve yeniden hayran kaldım.Sadece tansiyonum düşmüştü ama bir dakika öncesi ve sonrası duruma baktığımızda yeni uyandığında zar zor görürken etrafı ayağa kalktığında tamamen kaybettiğin görme hissi , yatağa kafanı koyduğun anda ilk uyanıştakinden daha netti. Tabir-i Caizse tam dibini görmüşken birden beterin beteri var diye fısıldıyor biri kulağına.Şu an bakınca altı üstü bir tansiyon düşmesi yaşamış olmama rağmen bunca duygusal olguyu sadece 1-2 dakika içinde travmaya dönüştürmüştüm ve kendimce kontrolünü sağlamaya ve hatta sağlayamayacak olmaktan ötürü daha da derin bir travmaya sürükleniyordum.Bu karmaşayı düşünürken kafayı tekrar yastığa koymanın verdiği huzur ile gözlerimi kapadım ve Hoş geldin Orhan dedim kendi kendime.

                Servis odasına çıkış: 05.04.2010 Salı

24 saat yoğun bakımda kaldıkdan sonra artık anamın babamın yanına çıkartılıyordum. Çok gariptir küçükkende böyle hissederdim el arabasında sürerdi beni arkadaşlarım alttan yukarı insanlara bakınca çok daha net ve samimi gelir dünya. Hasta yatağıyla odaya girdiğimde anam babam ve akrabalarım başıma gelmişti. Annemin gözünde benim hissettiğim o karmakarışık duyguların aynısı vardı . Mutluluk ve Endişeyle birlikte heyecan heryerini sarmıştı ama hergeçen saniye mutluluk artıyordu saniye saniye an ve an görebiliyordum bunu. Babam da tıpkı annem gibi benim doktorlara emanet olduğum süre boyunca nefesini tutmuş gibiydi ve bana baktıkça nefesini bırakma esnasında yaşanan o rahatlığı yaşıyorlardı.Babamın gözündeki endişede yerini artık yavaş yavaş tebessüme bırakmaya başlamıştı.Ben de onları gördükçe seviniyordum ama sevinç-üzüntü-korku-endişe herşey birbirine girmiş sanki başka bir vücuda uyum sağlamaya çalışıyordum da beceremiyor gibiydim.Ailemin neler yaşadığını anlatmayı düşünmüyorum çünkü anlatmaya çalışmak bile işi oldukça karmaşık yapacaktır eminimki tarif edilebilecek cümleleri olsa , o cümleleri kurardım.

 Fakat, net olan birşeyin farkındaydım. Ameliyat oldum arkadaş “ne olacaksa” ona olduğu zaman bakacağız artık.Tam bu hoş geldin beş gittin edalarıyla boğuşurken o güzel insan arkasında bir yarım alay ile odama girdi.(Prof.Dr.Azmi Hamzaoğlu ve çok değerli sağlık ekibi).Ben ameliyattayken zaten saat saat neler yapıldığı aileme bildirilmişti ama birde bana anlatıyordu güzel insan. 26 adet titanyum vidayı  30cmlik 2 adet yine titanyum çubuklar ile omurga kemiklerine tutturmuştu . Kendisi anlattıkça arkamın sızlamaya başladı hissine kapıldım.”Adam bana baştan omurga yapmış beni baştan yaratmış ya la” dedim içimden.

                Servis odası iyileşme süreci

                Fizyoterapistler eşliğinde hergün düzenli olarak yürütülmeye çalışıldım.”Yürümek” tabikide zordu,zor bir iştir yürümek.Önce yattığın yerden kalkmak için cesaretlenmen lazım sonu düşünmen lazım… umutlanman lazım… yataktan yardım alarak diklenmeye çalışıyor ve oturur pozisyona geliyorsun önce ve sonra derin bir nefes alıyorsun arkana bakıyorsun az önce yattığın yerde değilsin artık bir nebzede olsa kendi kuvvetinle “oturuyorsun”.Ayağa kalkmış olmayı hayal ediyorsun ,ayakta durabilmeyi.Velhasıl kelam, bir kişinin desteği ile ayağa kalkma gücünü kendinde bulup dikiliyorsun ayaklarının üstüne.İşte o an , o andır.Bir adım atarsın ve gerisi gelir.2.günün sonunda 10m2 lik odamın kapısına kadar gidebilmiştim.3.gün cesaretimi toplayıp odamın dışında tabir-i caizse bir volta atayım dedim ve attım.Zaman zaman içimden geçiriyordum o hastahane koridorunda voltalarken “oğlum orhan iyi gidiyorsun 3-5 güne kalmaz çıkarsın bu hastahaneden”derken temiz hava almak için hastahane kapısından bile çıkacak noktaya geldim bir nefes aldım ve içeri kaçtım.5.gündü yanlış anımsamıyorsam rutin yürüşüyler ve şenşakrak muhabbetlerin gecesi birden nefes alamamaya başladım doktorlar koşuşturuyor onlar koşuşturdukça heyecanlanıyor nefesin kesiliyordu.Apar topar yoğun bakıma indirildim.

                               Ikinci yoğun bakım safhası

                Kendimi astronot gibi hissettim kocaman bir oksijen maskesi var kafamda! Yüzümde değil kafamda! Benim iradem dışında ciğerlerime oksijen pompalıyor ve benim iradem dışında dışarı salıyordu. Bu arada zamanlaması benim yıllardır alıştığım nefes alıp-verme şekline denk ilerliyordu.Olan biteni anlamaya başladığım sırada etrafımda bir hareketlilik sezindim.Ameliyattan çıkmak üzere olan birisi için yatak hazırlığı vardı personel ve hemşireler koşuşturuyordu hasta olarak ayık olan sadece ben vardım tedbir icabı ordaydım ve herşeyi gözetliyordum. Karşımdaki kapıdan yoğun bakım yatağıyla birisini getirdiler kendimi gördüm orda bende aynı bu şekilde gelmiştim 5 gün önce . Adamın olan bitenden haberi yok bir o yatağa bir bu yatağa alınıyordu üzeri değiştiriliyordu,temizleniyordu. Doktorlar tepesinde dikilmiş ona bakıp ameliyatı ile ilgili yorumlar yapıyorlardı ve ben sanki orda,onun yerinde yatıyordum.Burukluk kapladı içimi.Ailemi özledim. İçim içime sığmıyor koca yoğun bakım ünitesi bana dar geliyor gitmek istiyordum garip duygular hissediyordum.Fırıl fırıl dönen gözlerimi farketmiş olmalılar ki bir sakinleştirici iğne ile sabaha uyandım.Aileme kavuştum ertesi gün zor oldu tabi doktorlar çıkarmak istemiyordu. Hemşire bir kız yardım etti bana. Bayağı bir dil döktüm kendisine tabir-i caizse kafasını ütüledim ve en sonunda “bu yatak çok rahat benden sonra peşimden yollayın bunu” gibisinden bir ukalalıkda yapmadım değil hani.

                              



Servis odasına alınış ve dostlar sıcaklığı

                Tekrar servis odasına alındım ve önümdeki iki gün boyunca ne kadar sevildiğimi ve ne kadar çok insanın aslında benle birlikte olduğunu anladım. Ailem vasıtasıyla dolaylı yoldan beni tanıyan ama benim kısmen tanıdığım veya tanımadığım bir sürü insan geldi ziyaretime.İşte insan o zaman anlıyor yaşamanın asıl gayesinin ne olması gerektiğini.Yaşam, senin insanlarla olan samimiyetinin toplamıdır, güler yüzünün yarattığı pozitif enerjidir.Istanbuldaki dostlarımız Trabzondaki hemşerilerimiz ve yurtdışından akrabalarımız an be an arıyor gelebilen geliyor ve moralim çok iyiye gidiyordu.Kendimi artık iyice “iyi olduğum”fikrine alıştırıyor olumlu yanları görmeye çalışıyordum ve bu duygu karmaşasını kendi mantıklı gerekçelerimle yönlendirmeye ve kontrol etmeye çalışıyordum

                KABUS

Ertesi güne uyandığımda ayağa kalkmam ile görüşümün yok olması bir oldu. Ayağa kalkıyorum ama hiç bir şey göremiyordum.Çok korkmuştum. Neler olduğunu anlayamıyordum doktorlar her zamanki gibi koşa koşa geldi.Tansiyon problemi yaşıyordum ama bu problem trajikomik bir vaziyette ilerliyordu.İkimizden biri dalga geçiyorduk ya ben tansiyonum ile dalga geçiyordum ya da o benimle.Ayağa kalkınca alınamayan bir nabız ve oturunca normal seyrine dönen bir nabız.Bu bahsettiğim olay en fazla 5 saniye sürüyordu.Moralim bozulmuş ayağa kalkmaya korkar vaziyete gelmiştim.Psikolojim alt üst olmuştu. Odamın kapısına bakınca artık oraya hiç yürüyemeyeceğime dair saçma sapan hislere kapılıyordum.Sırf bu dengesiz duygular yüzünden 3 kere oda değiştirdim.Pozitif birşeyler yakalamaya çalışıyordum. Çeşitli uygulamalar yapıldı bir takım “şeyler” denendi. Yok arkadaş şaka git gide ciddi olmaya başladı.En sonunda doktorum Azmi bey “bulun artık şunun sebebini” dedi. Olay şuymuş:Sürekli yatmaya alışan bir bünyenin normal seyrini yatış pozisyonu olarak algılamıştı vücud ve ayağa kalkınca alışılagelmişliğin aksinde olan duruma tepki veriyordu yeterince hızlı kan pompalanmıyordu beyine. O halde “vücudumuzu eğitelim”kampanyası başlatıldı.Neydi bu ? Oturur pozisyonda yatmak.Zamanla alışmaya başladı kalp ve beyin yeni  düzene.Bense bu durumu yattığım pardon oturduğum yerden seyrediyordum. Tansiyonum düşüyor hemen kalp dengeliyor yok yok pardon düşüyor  hayır hayır dengeleniyor derken kalp ve beynin köşe kapmacalarını an ve an izliyordum bundan keyif alıyordum.

                Taburcuuu

28 Nisan 2011 günü  öğleden sonra taburcu oldum Ertan Çınar ağabeyim sağolsun beni ve ailemi havaalanına kadar getirdi. İlkleri yaşıyordum ilk kez arabaya biniyordum ve arabaya binmeyi öğrenmem gerekiyordu eğilmek mümkün değil ve hayatımda ilk kez 15 dakikada bir araca bindim. İçten içe Ertan ağabeyime gülüyordum istanbul trafiğinde arabayı sallamadan çukurlara düşmeden ve bir o kadarda çabuk bir vaziyette havaalanına yetişmeye çalışıyorduk.En nihayetinde havaalanı ve akabinde havaalanında yaşanan envait çeşit problemler.Velhassıl kelam, sallana sallana söve söve Trabzon’a vardım.4 sene şehir dışında yaşadım ve ilk kez evimi bu kadar özlediğimi farkettim. Ben ve ailem aynı çatı altında artı farklı bir hayat güzel olmasını temenni ettiğim günler.



Ailedeki huzur mutluluk budur.

23 Eylül 2011 de 6 aylık kontrol için gittim zar zor çıktığım o hastahaneye. Şimdi ellerimde cebimde güle oynaya giriyordum o dönen kapıdan içeri. Doktorumla tekrar görüşebilecek olmanın heyecanı vardı ve tabikide 6 ay sonra arkamda neler olup bittiğini öğrenecektim.Azmi hocamla güzel birkaç dialogun akabinde “sana 1 sene yüzme yok demiştim ama görünen o ki 6 ay sonra artık yüzebilirsin çok iyi bakmışsın kendine” demesinden sonra artık çok rahatlamıştım.

Sabredip okuyan herkese minnet ve şükranlarımı sunarım.

                               Orhan Kaan Kahraman